8 Mart 2011 Salı

8 MART...

Yine bir 8 mart yaklaşırken, ortalıkta koca koca puntolarla “Kadına Şiddete Son” naraları atılırken bu sene de yine es geçilen bir noktaya değinmek istiyorum. Toplum denilen olgunun gerçek muhtevası içinde acaba sadece kadına mı şiddet var?
Sosyolojik açıdan bakıldığında toplum denilen olgu, içerisinde kadın ve erkeklerin toplamından daha fazla şeyi barındırıyor. Gelenek ve görenekler, hayata bakış açısı, kan davaları, kadının ve erkeğin ayrı ayrı topluluk içerisindeki yeri ve hatta hatta yeme-içme alışkanlıklarına kadar birçok şey  kolayca “toplum” deyip geçiverdiğimiz bu koskoca deryanın bir bölümü. Binlerce yılın biriktirdikleri bu gün sırtımızda öyle bir kambur oluşturdu ki altından kalkmak için onu sadece kabul edip kolay yolu seçiyoruz çoğu zaman.peki ya kabullenmezsek?
Kadını eş(karı), bulaşık makinesi, çamaşır makinesi ve benzeri temizlik ve mutfak araçlarına dönüştüren toplum acaba erkeklere sadece koskocaman bir krallık mı vaad ediyor? Evet belki bir kral kisvesi giydiriyor kadın karşısında belki ama o elbisenin içerisinde erkek ne alemde?

Seneler önce kaleme aldığım bir şiir geliyor aklıma:

“Dört yapraklı yoncaya öykünürsün ara ara
Dört bucağı diken sarmaşıklar tarafından sarılırsın
Sana kalan kanamakken
Beyaz bir ten kanatları altına alır seni
Şaşırırsın…
Sevinmeye başlar ellerin
Isınır giderek kış
Kat kat aynı ten tarafından daha çok sarılırsın
Daha çok, daha çok, daha çok…
O tenin içinde kımıldayamaz sıkışıp kalırsın
Dikene öykünürsün
Yine şaşırırsın…”
Bu ülkede kadın olmaktan daha zor şey erkek olmak. Her zaman hazır olacaksın, her zaman güçlü olacaksın, erkekliğini her durumda göstereceksin. Erkek olacaksın ki sevdiğiyle evlenmek isteyen öz kardeşini öldüreceksin. Erkek olacaksın ki askere gidip insan öldüreceksin. Erkek olacaksın ki akşam işten geldiğinde sana kendisini sunmayan karını öldüresiye döveceksin. Erkek olacaksın ki kadınları eve kapatacaksın, aşağılayacaksın, yok sayacaksın.
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                            .            Üniversite  yıllarımda kız arkadaşından ayrılan bir arkadaşım hüngür hüngür ağlarken ona “Kardeşim sus, erkekler ağlamaz.” demekten başka bir şey bulamadığım zaman kafama dank etti. Biz daha doğmadan sıfatlarımız, sınırlarımız çizilmiş durumda. Çocuk daha anne karnındayken cinsiyetin öğrenilmesiyle hazırlanmaya başlanan mavi ya da pembe çocuk odası(erkek çocuğa mavi, kız çocuğa pembe) ileride nasıl bir kişiliğe sahip olmak zorunda kalacağımızın ilk tohumlarını atmaya başlıyor.
Bu durum o kadar içimize işlemiş ki o kadar içselleştirmişiz ki farkında bile değiliz. Sanki olması gereken zaten buymuş gibi.
Erkeğe yüklenen “baba” rolünün biyolojik bir olgu olmaktan çıkması ile eve para getirmesi, evin dışarı işleriyle ilgilenmesi, evin reisi olması, son sözü söylemeye kadir tek aile ferdi olmasına kadar birçok şey erkeğin sırtına yükleniyor. Ya bunları istemiyorsam, reddediyorsam? İşte o zaman başlıyor saldırılar. Öncelikle erkekliğiniz sorgulanmaya başlıyor, sonra başkalaştırmalar… Değişik adlarla anılıyorsunuz, dışlanıyorsunuz normal olmadığınız için. Bu “normal” kelimesinin anlamını bilseydi keşke herkes. Toplumun normlarına uygun olmadığı için ucube olarak görülen herkes için diliyorum bunu. Sadece  önceki emsallerinin yaşadığı biçimde yaşamak istemediği için “anormal” olarak adlandırılan herkes için…
8 Mart’ın hatrına “yazsınlar üç satır üstüne haykıran puntolarla” “sadece kadına değil toplumsal cinsiyet farkından kaynaklanan her türlü şiddete son…”

                                                                                                           

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder