29 Ekim 2012 Pazartesi

Kalp Sesi


Tanrım, bu sesi seviyorum...

Zamanımızın çoğu bir şeyleri sevmek, sonra daha az sevmek, sonra sevmemek ve sonra nefret etmekle geçiyor. Bu kadar uğraştıktan sonra sonucun hep aynı olması ne acı... Ne kadar tahammülsüz ve işgalci ilişkiler kuruyoruz, keşfedilecek hiçbir şey kalmayıncaya kadar bitiriyoruz birbirimizi. Oysa mutluluk aracının yakıta ihtiyacı yoktur. Birilerini bir şeyleri yakmak, harcamak gerekmiyor bu yolda ilerlemek için. Tek yapmamız gereken kapıyı aralamak ve birazcık teslimiyet. Bir gün bir yerde birine sarılıp, kalbinin sesini duyarsanız, iyi dinleyin... Mutlu olmanın ritmi işte budur...


Tanrım, bu sesi seviyorum...

15 Eylül 2012 Cumartesi

Sınırlarda / Sınırlarla Yaşamak


Pencereden baktığında görmeyi umduğun manzarayı çiz…

Kaç gündür yok başka düşünce aklımın koridorlarında. Ağaçların bile yetişirken iki kere düşündüğü bi coğrafyaya öğrenci yetiştirmek için kalktım geldim binlerce kilometre. Daha kaymakamlığın kapısından girerken çantalarımın, üzerimin didik didik aranmasıyla başladı hikayem.

                Daha birkaç gün önce  gitmenin kalmaktan daha kolay olduğu üzerine kurduğum cümlelerin hepsi anlamını yitirdi birden. Birilerini, bir şeyleri bir yerlerde bırakmak çok koydu bu sefer . Kafanın içindeki onca soruya rağmen önüne değil  de geriye baktığın zamanların da mı yaşanması gerekiyormuş? Belki de…  Fakat hayattan almam gereken derslerin hepsini genç yaşta mı almalıyım; bu kadar çok gidişi,  bu kadar çok özlemi, bu kadar çok eziyeti  erkenden yaşayıp erkenden mi olgunlaşmalıyım, hemen mi büyümeliyim?

Hayat kızgın boğa, ben kırmızı pelerin…

                Yine başa döndü bu dünya… On dokuz senedir okullardan uzak kalmadım. Okullardan uzak kalmamak için hep bir şeylerden uzak kaldım. Seçimlerime küfretmiyorum ama  bahtımın neden bu kadar  karşımda olduğuna da şaşarak bakıyorum. Özenmek ve özlemek his dünyamın  en özlü, en köklü kahramanları oldu yıllardır. Hayatımın seyrini değiştirecek hamleler, satranç tahtamın atmış dört karesine girmiyor bir türlü, sınırlarla yaşıyorum…

                Belli bir saatten sonra sokağa çıkmanın tehlikeli olduğu bir yerde yapabileceğiniz çok da bir şey yok.  Sürekli dört duvar arasında kalmanın lehinize olduğu düşüncesi  burada bir müddet yaşamış herkesin zihnine yerleşmiş durumda. Dışarıda kalabileceğiniz zamanlar sınırlı, dışarıda kalabileceğiniz yerler sınırlı… Sınırlarla yaşamaya mecbur kalmış birisi için biçilmiş kaftan…

                İran sınırına otuz kilometre kadar uzağım, biraz da sınırlarda sınırlarla yaşayalım, hayırlısı…

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Yok(muy)uz...?


Delice bir hasret bu
Ucu bucağı, soğuğu sıcağı, koynu kucağı olmayan

Özledim ile başlasam  bu şiire
Ağladımla bitirecek beni yanılgım
Öyle densiz ki kelimeler
Bir dizeyle bir beyit arasında
 Parmak uçlarımı yakar yangınım
Ve ben
Aşkı aşk diye seven adam
Yani ben
Çıkıp gözlerinin terasına
Bir sigara daha yakarım
Buğulansın diye ela gözlerin
Hani
Ağlatmayı bilen
Ağlamayı bilmeyen…

Delice bir serzeniş bu
Önünü yönünü, gününü dününü sormayan
Delice bir bekleyiş
Geleni gideni, arayanı soranı bulunmayan


Silinirse avuçlarından gözlerimin izi
Bir martının kanadından boğaza savur bizi
Üsküdar’da sabah olsun
Kız Kulesi saklayamazsa bu gizi


İki buçuk, otuz ve dokuz yüz
Takviminin arkasına bak
Yokuz biz

Yokuz…

Yokuz…

Yok muyuz?

12 Nisan 2012 Perşembe

özlem...

Neyi, ne zaman özlediğimi, özlemem gerektiğini bile bilemiyorum.Bir bakıyorum zaman tek bir kişi yada mekan için akıyor, sonra zaman ile birlikte o insan ve o mekan da akıyor. Sonra yine özlemeye başlıyorum ki canım sıkılıyor. "Yazdığım şiirler de canımı sıkıyor artık." Ne kadar sıkılgan bi adam oldum; uykusuz, aksi, nalet...Yoğunum, yorgunum, artık hiçbirşeyi özlemek istemiyorum. Demişti ki şair: "ve bu hasret öyle uzun sürdü ki, adam gibi hasretleri özlemeye başladık..."

14 Mart 2012 Çarşamba

Üstad'a saygılarımla...


"İyice yaklaştı bana büyük karanlık.
Artık ne kibri nazırın, ne katibin şakşağı.
Tas tas ışık döküyorum başımdan aşağı,
güneşe bakabiliyorum gözüm kamaşmadan.
Ve belki, ne yazık,
hatta en güzel yalan
beni kandıramıyor artık.
Artık söz sarhoş edemiyor beni,
ne başkasının ki, nede kendiminki."

Sözlerimden ne şarap akıyor gönlüne ne de şerbet
Sarhoş edemez zaten zamanı, kandıramaz
Zaten budur aşka davet
İnanacaksan gözlerime inan
Onlara da bakabilir misin gözlerin kamaşmadan…

Kanaat etmek...

Yaktığım sigaranın külüne bulandı düşlerim
Hepsi mat, hepsi gri
Yıllar geçti sanki
Eski yara açıldı yeniden
Ben geçemedim senden
Geçsem de kendimden
Aşkın fırtınalar ülkesinde kuzey yeli
Yanağımı okşayıp esti geçti
Dur diyemedim 
Oysa o kadar basitti
Olsun,
Arkandan bakıp kalmak da güzeldi…

Bizim Payımıza Düşen...

Bir ışık daha geçti ömrümden göz kırparak
Bir filmin son karesini sunuyor saki karatarak
Savruluyor sancılar kadehimi yırtarak
Sadece adımı sayıklayarak
Git…

Hayatımın odağındaki yerini kaybettiğini san ki,
Her gidişini kalbime attığın çiziklerden say ki,
Yaktığım her sigaranın ucunda sen de yan ki,
Masal burada bitsin sızlayarak…

Gözyaşlarım
Sana bu ayrılıktan bıraktığım öyle bir pay ki
Beddualarım bana dönecek onlara çarparak…

AŞK...

      Aşk denilen şeyin en güzel yanının vuslata ermek değil, firkat denizinde yüreğinin kaptanlığı ile devr-i alem-i hilkat olduğunu söylüyor usta şairler... Onlar mı çok kuvvetli yüreklere sahiptiler yoksa sorun bizde mi bilemiyorum. Sorun şurada gün gibi aşikar: Yürekler değişmediğine göre ya aşklar yada aşka bakışlar değişti. O zaman aradaki farkı en aza indiren kişi(seven), sevilenin yolunda daha çok acı çekerek pişiyor, aslında feleğin çarkından geçiyor...


Yedi cihan ötede bile insanoğlunun ortak paydası:
Aşk...
İlk insandan şu saniye içinde doğan son insana kadar her yüreğin
bir başka yüreğe eziyeti veya faydası:
Aşk...
Dingin bir denizde dalga dalga savrulan
Buz gibi bir çölde göç eden bir muhacir hesabı kavrulan:
Aşk...
Dur durak bilmez bir karmaşanın ortasında dur durak bilmez
 bir durak:
Aşk...
Karanlığın en koyusunda aydınlığa en yakın şafak:
Aşk...
Üzerine çok şey söylenen, şiirleşen, öyküleşen, efsaneleşen
Her gün sırrından bir parça daha veren
Her gün zırhından yeni bir kurşun geçen:
Aşk..

13 Mart 2012 Salı

dost akşamından....

Arayana dert de çok tasa da
İçene mey de çok masa da
Gönül farkında olmasa da
Arayana bela da çok Mevla da

Yanana kömür de çok odun da
Gidene değeri yok kalanın da yolun da
Sağında yarin yemediğin solunda
Bu dünya sana da çok bana da

Aşk döngüsünde başlangıç da çok son da
Aşk süngüsünde kir de çok kan da
Teslim et önce kendini
Kendini de bulursun beyazla kara arasındaki farkı da

Yar giderse teselli de boş umut da
Onsuz karanlık da loş ışık da
Dostlar firak kurşununa çelik yelek olsa da
Aşığa karşı top da çok tank da

Aşktan yanan ateş de aynıdır buz da
Görmesini bilene dün de aynadır yarın da
Aşk virüsü girince savaş alanına
Hücrenin de ölümü yakındır zarın da

12 Mart 2012 Pazartesi

5 Mart 2012 Pazartesi

gonca...

Mecnun'dan miras bana bu çöller, ayrılık ve zaman
Bin asırlık kasveti var bende bu hasretin
Çoğalmalı artık düşlerimde gonca güller ve o an
Realist ölür, romantik doğar ve sensizliği öldürürüm
Biliyorsun
Seni düşünürüm...

18 Şubat 2012 Cumartesi

tuhaf-iye

Yeşil bir öpücük koy avucuma
Avurtlarım çöksün
Bırak yansın
Kanasın günlerim
Çoğalsın ömrümde ölümlerim
Bu gece bir tek sen varsın

Son nefesini vermeye hazırlanırken bir çağ
Bize kalan yasını tutmakken
Bir tomurcuk filizlenir şaşırırsın
Köklerinden bileklerine kadar
Bir çocuk gülümsemesi gizlenir, şaşırırsın…

İstasyon kalabalığı dağılır yavaş yavaş
Sen yarına giden son treni de kaçırırsın
Bize kalan bu gecede kalmakken
Mistik bir uçan halı seni düne götürür, şaşırırsın…

Dört yapraklı goncaya öykünürsün ara ara
Dört bucağı diken sarmaşıklar tarafından daha çok sarılırsın
Bize kalan kanamakken
Beyaz bir ten kanatları altına alır seni, şaşırırsın…

Sevinmeye başlar ellerin
Isınır giderek kış
Kat kat aynı ten tarafından daha çok sarılırsın
Daha çok daha çok…
O tenin içinde kımıldayamaz olur
Sıkışıp kalırsın
Dikene öykünürsün
Yine şaşırırsın…

ismin bulunma hali...


Bu gün yok mesai... Vücudumu dinlendirip kafamı yorduğum günlerden yine. Bin bir tilki gezerken aklımda misafir ediyor bin bir ayrı tilki onları. Ay şubat, mevsim bahar... Çıkmak zor geliyor yataktan, öyle sıcak öyle yapışkan. Orhan Veli geliyor aklıma: "Beni bu güzel havalar mahvetti, böyle havalarda ayrıldım evkaftaki memuriyetimden". Anlamsız bir gülümseme sallıyorum pencerenin bir köşesinden sızabilip o kadar yer varken tam gözüme vuran gün ışığına. Bir sigara yakıp çıkıyorum kapı önüne, duvar kenarına çöküp izliyorum mahalleliyi. Üc beş mahalleli kadın güzel havayı fırsat bilip atmış kendini sokağa. Beni görünce çağırdılar hemen, gittim. Şuradan buradan konuşuldu, dedikodu da yapıldı ki eğlenceliydi. Sonra birisi benim doğumumdan söz açtı. "O yıllarda araba yok ki, evde yaptırdı ebe doğumunu. Doğum bitip de seni annenin kucağına verdiklerinde radyoda Orhan Gencebay çalıyordu, ebe adi Orhan olsun dediydi." Ben çok sevdim bu hikayeyi, ismi ile müsemma, başlığı ile müsemma..

ba-kış...

Kavak yelleri değil bu başımda esen
Savaş çanları çınlıyor kulaklarımda
Sevgili mi şu karşımda ölen
Azrail mi iki kaşımın arasında?

Bu bahar başka bahar
Bahar değil kış
Bu bakış başka bakış
Bakış değil yakış

Firar ediyor gözlerinden ince bir ses
Misafir gibi ciğerlerimde aldığım her nefes

Ne kılıç ne hançer gerek bu canı almaya
Bir bakışın yeter kainatı durdurmaya…

kalansız yaşamak...

Kalansız bölünemedim hiçbir kez
Hep bir yanım sende kaldı
Ruhum yitik bir rüzgarda savrulurken
Diğer yarımı da gözyaşlarım yağmura saldı
Susarak sevmenin yangını
Severek susmanın sularına daldı.
Tenime değen gözlerin
Darağacındaki sözlerime engel
Dön gel diyemem sana
Günler sensizliğe atılan çengel.
Bu gece sesinin aksindeki  ölüşümün
Gözlerinin bebeğindeki gülüşümün intiharıydı
Şimdi sorma bende ne kaldı
Kalansız yaşamak bana Mecnun’dan miras kaldı…


yorumsuz...

Gün ortasında dalınca anılara
Tutunacak bir şey bulamıyorum
Tenime en yakışan dal kırılınca
Susuyorum
Susuyorum
Hasret dolduruyorum kadehe
İçiyorum kana kana
Boşalıyor kadeh
Aslında boş iken dolu duruyorum
Duru, yorgun bir şafağa yürüyorum
Günün ilk ışığı vurunca alnıma düşünüyorum da
Aslında diyorum
Yorum yok…

kaza...

Seskaza deyiverdik sevdiğimizi…

17 Şubat 2012 Cuma

yaratılış...

Bir zaman, zamanın en başında durup da var olacak olanları seyretseydim en çok kendimi yaratmazdım, özünün gürlüğüne köstek olmayı hiç istemem... Benim bittiğim yerde başlıyorsa eğer senin iden, tarife gerek yok; bir zihnimi alırım, bir ben olurum giden...

13 Şubat 2012 Pazartesi

istirham ederim...

Dünyanın döndüğüne inanamıyor insan
Her şey sabit sanki etrafımda
Yalnızlık sabit
Soğuk sabit
Hüzün sabit duygu fotoğrafımda...

Suların topraktan çok yer kapladığına inanmak zor
Öyle kurak ki masalım
Tedavülden kalkmış sanki liralarım
Geceyi böyle kor
Mesafeyi böyle uzak
Zamanı böyle tuzak yaşamaktan mıdır nedir
Epeydir gereğinden fazla uysalım...

Beyaza boyanalı
Beyaza doyalı oldu epey
Şaşırtmıyor renkten ziyade zevklere uzanmam
Misafir ağırlayan ev sahibi gibi sızlanmam
"Madem ki diyor durumumuz budur usta
O zaman bunu kaydedelim"
Büyük boy çerez açalım da 
Kendimizi seyredelim...

şart kipinin rivayeti...

Meselenin özü
Bir gözü böyle kutsallaştıran kalbi anlamak
Bakmak tamam da
Bakılanda geçmişi ve geleceği okumak neden
Beden ve ruhtan azade
Zyadesiyle meğrur bir müneccim ifadesiyle
Sesine, nefesine...

Desem ki aşık oldum
Korkmasam
Bana öyle bakmasa
Zamanı boynuma yük diye asmasa
Her gördüğümde içimi bir isyandır basmasa...
Hey bre tahsin oğlu
Ne çok istedin
Amcamın bıyığı olmasa
Halam olurdu...

6 Ocak 2012 Cuma

Pervane Böceği Mumun Işığına Aşıktır…



                Akşamın en serin vaktinde düşer yollara ayrılık haberi. Serseri bir mayın gibi patlar dudaklarda. İnanılması  güçtür ve çoğu zaman inadına umulmadık anlarda boş bir otobüs durağı yalnızlığına koyuverir adamı.  Söz biter, ses biter; kadehte içki biter, ciğerde  duman biter… Gök durmaz haykırır, gürler de, ne demeye! Zaman dolmuş, bahçedeki kırmızı gül solmuştur. Kendini atacak sokağının bile olmaması gibi, boğazına düğümlenen o nefesi atamamak gibidir, son.  Her ölüm erkendir de, her ayrılık da mı öyle?
                Odunlar da öylesine ıslak ki tutuşmuyor melet… Oda soğuk, dışarısı soğuk; su ıslak, gözler ıslak… İki kişilik yaşamayı seviyordu ya; oda iki kişilik soğuk, dışarısı iki kişilik soğuk, su iki kişilik ıslak, gözler de…
Çatısı durmadan ve her seferinde farklı yerlerinden akan evinde adam, bahtından durmadan ve her seferinde farklı biçimlerde kazık yiyen adam, adam da ne adam…
Hep bir çocuk hayal ederdi, saçları kıvırcık, teni beyaz… Büyümesine tanıklık edecek kadar uzun yaşamayı da. Ona Nazım’dan şiirler okuyacak; “bak evladım” deyip öğütler dizmeden, doğruyu görmesine yardımcı olacaktı. İlk kelimesi ”baba” olsun isterdi, biraz da annesine caka atacaktı. Birlikte bisiklete bineceklerdi, yarışacaklar ve hep onun kazanmasına izin verecekti. İlk sevgilisini heyecanla anlatışını dinleyecekti, mezuniyetinde gözyaşı dökecekti. Mutluluğuna ortak, üzüntüsüne ortak, zor gününde destek, sızısına merhem, karanlıkta dide’m olacaktı; olmadı…
Onun hediyesiydi bu şey –adı da neydi bilmiyordu ya- . Metalden bir haznesi ve gökkuşağının her renginde camları vardı, bir de içinde mum. Demirden haznesini açıp mumu dışarı çıkardı adam. Masanın üzerini boşalttı ve kahırdan titreyen elleriyle yaktı mumu. Oradaydı o, biliyordu, hep gelirdi, yine gelecekti. Çok bekledi, belki de beklemedi, zamanın anlamını yitirmiş de olabilirdi, zamana yeni bir anlam katmış da…
Önce uzak uzak daireler çizdi mumun üstünde, sonra daha yakın… Bir uzaklaştı, bir yaklaştı. Kayboldu bir an ortadan, sonra yine geldi. Her seferinde daha çok yaklaştı mumun ateşine. Daha çok, daha çok, daha çok…
Pervane böceğinden geriye kalanlar için dua etti adam, doruklarda yaşanan aşkına imrendi, naşını kalbindeki küllere defnetti…